09.20.2024

“Batı Batış Medeniyeti” Yani “Kendini Yiyen Ejder”

Doç. Dr. Süleyman Akdemir ile Üsküdar’da İslam Medeniyeti Vakfı’nda yapmakta olduğumuz haftalık “Adil Düzen Seminerleri” devam ediyor…

Salı günü 12’nci seminerimizi yaptık…

Seminerler kaydediliyor ve hazırlanmaları bittikçe İMV YouTube’da yayımlanıyor…

Süleyman Hoca, bu hafta, asıl “halk yönetimi” ve özellikle “yerinden yönetim” olarak “var olması gereken demokrasi” ve günümüzde hem ülkemizde hem de bütün dünyada “var olan sahte demokrasi” konularını anlatırken, konu öylesine önemli bir merhaleye geldi ki “Batı batış medeniyeti” kavramını kullanma durumunda kaldı ve çok da iyi oldu…

“Batı batış medeniyeti” o günkü seminerden aklımdaydı…

“Adil Düzen” çalışmalarımızda onlarca yıldır kavram zaten gündemimizdeydi…

“Doğu doğuş medeniyetleri…” ve “Batı batış medeniyetleri…”

Batı batış medeniyeti şu anda batış merhalesindedir…

Doğu doğuş medeniyeti de doğuş günlerinde…

Çalışmalarımızı bilenler bunu biliyor…

Batı dünyası da bunu biliyor…

Bilginleri biliyorlar…

Ya bizimkiler?!.

Neyse; biz onları bırakalım, kendi işimize bakalım, çare ve çözümleri üretmeye devam edelim, bu konularla ilgilenenlerin ya da ilgilenmesi gerekenlerin deryasına atalım (alıklar deryasındaki ilgisizler bilmese de Halik bilmekte); günü gelince ilgilenirler inşallah…

Doç. Dr. Süleyman Akdemir Hoca, seminerimizin sonunda, soru-cevap faslında yaptığı değerlendirmelerde, son günlerde kamuoyunun konuştuğu ve yazdığı konuları kısaca hatırlattıktan sonra, insanımızın bu seminerde anlattığımız çok ama çok önemli konular yerine bu ahlaksız ve içeriksiz konuları hatırlatarak öylesine sitem etti ki; kayıttan dinlemelisiniz…

Aynı gün “Yaptıklarımızın yapılmasını tavsiye ediyoruz” bu köşede yayımlanan başlıklı yazımı kâğıda dökmüş ve seminerimizin açışını yaparken yazdıklarımın özünü içeren hatırlatmalar yapmıştım; o uyarılarımın sadece en son bölümünü tekrar hatırlayalım…

Soru-yorum: Hayatımızın dinî/ahlâkî-ilmî-iktisadî-idarî/siyasî dört ana alanındaki sorunlar artık adeta “Sosyal Tufan” seviyesine ulaşmışken… “Kur’an ve İlim” merkezli çalışmalarımızla binlerce sayfa “çare ve çözümler” üretmişken… İstisnasız herkes durmamacasına sadece sorunları konuşmaya ve yazmaya… Ama inat ve ısrarla bu “çare ve çözümler” ile neden ilgilenmemeye devam ediyorlar; bir bilen varsa, lütfedip açıklayabilir mi?

  1. Adil Düzen…
  2. Adil Ekonomik Düzen…
  3. Adil ve Barışçı Dünya Düzeni…
  4. Adil Düzen’e Göre İnsanlık Anayasası…

Ve diğer bütün çare ve çözümlerin tam da zamanı…

Çalışıp çare ve çözümler üretmek bizden, başarı Allah’tandır…

Adil Düzen çalışmalarımızı bilenlerin malumu olduğu üzere, Prof. Dr. Necmettin Erbakan ile bu çalışmalara odaklandığımız 1980’li yıllardan beri, özellikle Erbakan Hoca’nın önerileriyle uyguladığımız çalışma usulümüz var; önce TEŞHİS, sonra TEDAVİ…

TEŞHİS olarak bu yazımızda “‘Batı batış medeniyeti’ yani ‘kendini yiyen ejder’” konusunu ele almış oluyoruz; TEDAVİ reçetelerimizi de yarım yüzyıldır yazıp anlatıyoruz…

Bugünkü bu yazının başlığı ve konusunu hatırlatarak bugünlük bu kadar diyelim!

Mustafa Kutlu’nun daha önce 28 Kasım 2002’de yayımlanan “Kendini yiyen ejder” başlıklı yazısı, 21 Aralık 2022 Çarşamba günü tekrar yayımlandı; konu buradan açıldı…

Zengin kuzeyin, fakir güneye yüklenmesi. Her geçen yıl bu yük arttıkça artıyor. Kuzey tıka-basa doyuruyor karnını; genişliyor, geğiriyor; çöpüyle, pisliğiyle, nükleer artıklarıyla, zayıflıktan; açlıktan beli bükülmüş güneyin üzerine abandıkça abanıyor. Güney ve bütün dünya kendisine benimsetilen, hedef gösterilen konfora kavuşmak, açlığını bastırmak için, kâh kendi içinde, kâh komşularıyla çarpışıyor, çırpınıyor.

Borca batıyor, borçtan kurtulmaya çabaladıkça her geçen gün bir kolunu, bir bacağını daha kaybediyor. Ancak bu çağdaş teknolojik medeniyeti ayakta tutan çarklar, şirketler, politikacılar, ordular, payandalar, teoriler, gökdelenler, çıkar ortaklıkları, gizli örgütler, iletişim teknolojileri, laboratuvarlar, biyolojik ve nükleer silahlar, füzeler ve uçaklar, elektrik şebekeleri, süper marketler, bilgisayar ağları, borsalar ve bankalar tıpkı solunan havanın kirlenmesi, içilecek bir bardak temiz suyun kalmaması gibi kendini ısıran ejdere dönüştü artık. Dönüştü çünkü şimdi korku dağları bekliyor.

Mutfağımızdaki tüpün ufak bir dikkatsizlik yüzünden patlayacağı, şofbenin gaz kaçırıp farkında olmadan banyoda bizi zehirleyeceği biliniyor. Bile bile lades yani. Ve tabii ki, her zafer biraz hasar ister. Bu defa hasar çok büyük oldu. Hayatın konforlu atmosferi aynı zamanda bir “tehlike ortamı” olduğunu bütün dünyaya ilan etti.

Öyle ki devletler, örgütler, kişiler, teröristler, her türden muhalefet bu konfora yan gelmiş yatan “hayat tarzı”nı felç etti.

Zaten öteden beri dünya metropollerinde gece sokağa çıkmak başlı başına cesaret isteyen bir iş olmuştu. Evlerine, etrafı duvarla çevrili, kapısında korumalar bekleyen sitelerine kapananlar posta kutusuna atılan bir mektubu açmakta tereddüde düştüler. Tüketim ideolojisinin yarattığı ejder “Dabbetü’l-Arz”ın bizatihi kendisi oldu. Emeğin, alın terinin, beyin gücünün, madenin, ormanın, suyun, havanın, bitkinin, çiçeğin, şu güzelim dünyanın imkânları; Cenab-ı Hakk’ın insanoğluna ihsan ettiği aklın kendini yok edecek, zehirleyecek silahlar üretmesi; nükleer bombalar yapması, dakikada bilmem kaç mermi atacak, füzeler fırlatacak teknolojilere kurban edilmesi nasıl bir medeniyettir?

Bu silahların şu veya bu sebeple mazlumlara, masumlara döndürülmesi, onların göklerine veya çöllerine bomba yağdırması nasıl izah edilecek?

Bu kendini yiyen ejderden başkası değildir.

Kur’ân-ı Kerim’de açıkça beyan edilen ve insanlık tarihi boyunca defalarca ihlal edildiğinden insanoğlunun türlü felaketlere duçar kaldığı “haddi aşma”nın işaretidir. Ve bu medeniyetin insanoğluna sunduğu iki alternatif vardır: Ya zorba olacaksın ya da esir. Başka yolu yok. Yüzde beşin, yüzde doksan beşe tahakkümü.

Aynı gün, bu yazıların özellikle TEŞHİS açısından devamı mahiyetinde bir yazı, Prof. Dr. Yasin Aktay’ın “Arap Baharı ve İslamcıların başarısı(zlığı)na dair” başlıklı yazısı yayımlandı; yazının uzunca girizgâhını geçelim ve bizi ilgilendiren teşhis kısmını okuyalım…

“Mevcut dünya düzeni Müslümanların, kendi aralarında Arapların ve Araplarla Türklerin hiçbir şekilde birleşmemelerini temin etmek üzere kurulmuştur. İslam dünyasına mevcut düzeni empoze eden şartlar I. Dünya Savaşı sonrası oluşmuştur ve halen devam etmektedir. Bugün Ortadoğu’da yaşanan bütün sıkıntılar bu birleşmeye zorlayan doğal sosyolojik gelişmelere karşı uluslararası siyasi düzenin direncinden kaynaklanıyor. Halklar birbirine çekiyor, bütünleşmeyi istiyor, ama arada bu birleşmeye karşı konulmuş gözetleme kuleleri dikkatle çalışıyor. Arap Baharı çok zorlama müdahalelerle durdurulmayıp başladığı gibi devam etmiş olsa bugün çok daha farklı bir Arap Dünyası, Ortadoğu ve Türkiye ilişkileri olurdu. Arap Baharı’nın durdurulması meselesi tabii ki bazı Arap monarşilerinin basitçe yaşadıkları demokrasi korkusundan ibaret değildir. İslam dünyasındaki demokrasi korkusu sadece Arap monarşilerinde veya bazılarının oligarşilerinde yok, daha büyüğü ABD, İsrail ve Avrupa ülkelerinde var. Çünkü demokratikleşmiş bir İslam dünyası onların kontrollerinden çıkmış ve Ortadoğu için kendilerince uygun görmüş oldukları düzenin bitmesi demektir. Ortadoğu’da halk-devlet bütünleşmesini sağlamış gerçek demokrasi herkesten önce İsrail’in bugünkü varlık şeklini tehdit eder. Çünkü İsrail bugünkü bütün işgalci, yayılmacı ve ihlalci varlığını parçalanmış, halklarıyla kopuk rejimlere borçludur. Arap Baharı süreci İslamcıların başlattığı veya İslamcı iddia ve sloganlarla yürümüş bir süreç değildi. Ama bütün ülkelerde ortaya konulan ilk demokratik tecrübelerde İslamcılar sürecin en etkili ve en kazançlı aktörleri olarak ortaya çıktı. Aslında bu da demokratikleşmeye karşı bir direncin şimdiye kadar neden sürdürüldüğünü açıklıyor.

İslamcıların öne çıkması demek, bütün Arap ve Müslüman halkların birbirlerine daha fazla yaklaşması ve birleşme ihtimali anlamına gelir ve bu da hem Syces-Picot düzenini hem de onun bir ilavesi olan Camp David düzenini ürküttü. Arap Baharı sürecinin darbelerle, karşı devrim müdahaleleriyle, en ağır katliamlar ve türlü insani suçlar irtikâp edilerek durdurulmasının sebebi buydu. Şimdi birileri İslamcıların bu süreçte başarılı olamadıklarını, ortaya bir proje koyamadıklarını ve kendilerini yenileyemediklerine dair duyduğumuz sözler gerçekten çok tuhaf. Bu ülkelerin hangi birinde İslamcılar nasıl bir çözüm sunabilirler? Hele herhangi bir siyasi rol için en ufak bir alan bırakılmamış durumdayken. Devrimlerin olağanüstü müdahalelerle, darbelerle durdurulduğu ülkelerde sadece siyasi parti faaliyetleri değil, her türlü sivil faaliyet bile durdurulmuş vaziyette. İslamcı bir oluşumla bir bağı tespit edilen herkesin hemen zindana atıldığı bir istibdat ortamında İslamcılardan nasıl bir mucize göstermeleri beklenir? Önde gelen üyelerinin çoğu katledilmiş veya hapiste, birçoğu da sürgünde bulunan İslamcıların başarısını veya başarısızlığını ölçebilecek nasıl bir ölçekten hareket edilebilir?

İslamcıların bu ülkelerde maruz kaldıkları emsalsiz insan hakkı ihlalleri ile hiç ilgilenmeyip onların başarısızlığını büyük bir sevinçle ortaya koyanlar kendi psikolojik komplekslerini de gizleyemiyorlar. Onlar hiçbir zaman başarılı bir İslamcılık hikâyesi duymak istemediler ki. Duymak istedikleri hep buydu ve bu hikâyeyi İslamcılığın (kendileri açısından dahi) en başarılı anlarında bile büyük bir umutla anlatmaktan geri durmadılar. Oysa bu süreçte İslamcılar demokrasiden, insan haklarından, özgürlüklerden, halklardan, halkların kardeşliğinden yana olduklarını ortaya koydular. Meşruiyet dairesinde hareket ettiler ve bu alanda başardılar. Bu alanda kalındıkça da hem daha iyi bir idare, daha iyi bir yönetim konusunda hem de halklara yeni bir umut-vizyon sunmada daha başarılı olacaklarını da kanıtladılar. Bugün onları başarısız sayanların, ülkelerini tam bir açık hava hapishanesine ve yolsuzluk batağına dönüştürmüş olanları, sırf fiilen iktidardalar diye, başarılı saydığı anlaşılıyor ki, İslamcılar hiçbir zaman böyle bir başarıya talip olmadılar ki.”

Adem babamız ve Havva anamız ile başlayan ahirete hazırlık dünya hayatımız…

Önce, on binlerce yıl “meyve toplayıcılık ve avcılık dönemlerini” yaşadık…

Sonra, Hz. Nuh Nebi’den itibaren “Hakk’a dayalı medeniyet dönemi”…

Bu dönemde biner yıl arayla “beş ülü’l-azm peygamber” geldi…

Şimdi “peygamberlerin vârisleri âlimler” medeniyet kuracak…

Biz yarım yüzyılı da aşan zamandan beri bunu yapıyoruz…

“Kur’an Nizamı Adil Düzen Medeniyeti” kuruyoruz…

Konu ile ilgili detaylar burada daima yazıldı…

Erbakan Hoca’mız hem anlattı hem yaptı…

Evet, en başta Erbakan Hoca’mızın öncülüğünde ve önderliğinde önce anlatılıp yazılan, sonra -elde edilen imkânlar ölçüsünde- uygulanıp yapılanların izinde ve devamımda kaldığımız yerden devam ediyoruz; birinci yazıda da okunası bazı detaylar var.

Bugün de bunları hatırlamamıza ve hatırlatmamıza Yusuf Kaplan’ın bugün (25 Aralık 2022) yazdığı “Dünya, İslâm’a gebe ama Müslümanlar nerede? (1)” başlıklı yazısı vesile oldu. Evet, yarım yüzyılı aşan zamandan beri yazıyor ve yapıyoruz; Müslümanlar nerede?

Yusuf Kaplan’ın uyarılarını -uyanışlara vesile olması dileklerimizle- okuyalım…

“Tarih, tarih olmak üzere…

Tanrı fikrinin yok edildiği, hakikat fikrinin buharlaştığı, insanın ruhsuzlaşarak robotlaştığı, tabiatın delik deşik edildiği bir zaman diliminde tarihin yapıldığından, tarihin sürdüğünden söz edilebilir mi?

İlâhî soluğun çekildiği, insanın nefesinin kesildiği, tabiatın tabiatının yok edildiği bir yerde tarih nasıl nefes alabilsin ki?

ÇİFTE KISKAÇ: “YOK-VARLIK”

Bildiğimiz dünyanın sonunu yaşıyoruz. Yeni bir dünyanın kurulmaması için de insanlığın dijital uygarlığın sanal ağları tarafından üretilen hız, haz ve ayartı teknolojilerinin insanı nasıl uyuşturduğuna tanık oluyoruz.

İnsan çifte kıskaç altında, çifte kuşatmayla karşı karşıya: Hem mekanik araçların hem de arzularının kölesi olmak için can atıp duran bir yok-varlığa dönüştü: İnsan güle oynaya yok oluşuna koşuyor hızla…

İnsanlığı haklar rejimi demokrasi ile uyuttular/aldattılar; demokrasi diyerek kurdukları küresel mekanik mekanizmayla insanın biricikliğini dümdüz ederek kitleleştirdiler, kitleleri de dekadansın (tefessühün, çürümenin) eşiğine sürüklediler.

Şimdi de hazlar rejimi dromokrasi ile uyuşturuyorlar insanlığı; hız, haz ve ayartı ile zihinleri de, duygu dünyasını da dumura uğratan haz teknolojileriyle dekadansla dans vaziyetlerinde patinaj yaptırıyorlar bütün insanlığa…

PARADOKS ÇOK YAKICI AMA AŞMAK GEREK

Yakıcı, kışkırtıcı bir paradoks var karşımızda: Bir yandan, İslâm’ın önünün bu kadar açıldığı bir zaman dilimi nadir yaşanmıştır tarihi boyunca, belki de…

Öte yandan, İslâm’ın önünün Müslümanlar tarafından bu kadar tıkandığı başka bir zaman dilimi de yaşanmış mıdır, diye sormuyorum bile. Bu nasıl yakıcı bir paradokstur öyle:

Dünya İslâm’a gebe ama Müslümanlar İslâm’ı terk ediyorlar…” (Devamı var…)

Evet, yazarın da yazdığı gibi; bu yakıcı soru ve sorunun devamı var…

Konu üzerinde TEŞHİS ve TEDAVİ metodumuzu uygulayarak durmaya, bu arada ÇARE VE ÇÖZÜMLERİ de yazmaya devam edeceğiz… Ne zamana kadar devam?

İLGİLİLER VE YETKİLİLER derin gaflet uykularından uyanıp ASIL ANLAŞILMASI VE YAPILMASI gerekenleri anlayıp yapmaya başlayıncaya kadar devam edeceğiz…

“Bu yakıcı paradoksu iyi anlayıp anlamlandırabilirsek, paradoksu aşma konusunda ciddi mesafe kat edebiliriz. Ve İslâm’ın insanlığın geleceği olarak insanlığın önünü açmasının yapıtaşlarını döşemeye başlayabiliriz…

Öncelikle şunu söylemek gerek: Müslümanlar durduk yere, keyifleri öyle istedi diye İslâm’ı terk ediyor değiller. Bunun Müslümanların dışında yaşadıkları çağla, sadece Müslümanlar için değil bütün insanlık için devasa, korkunç bir ağ’a dönüşen emperyalist Batı hegemonyası demek olan çağın akışıyla doğrudan bir ilişkisi var. Tarihte ilk defa bir uygarlık, Batı (batış) uygarlığı hem dünya üzerinde hâkimiyet kurdu hem de kendisi dışındaki bütün diğer medeniyetlerin varlık sebeplerini, varoluş zeminlerini ortadan kaldıracak kadar yıkıcı, ürpertici bir saldırı üretti, bütün medeniyetlerin kökünü kazıdı, hiçbir medeniyete hayat hakkı tanımadı, bütün dinleri (düzenleri RNE) fosilleştirdi. Batı uygarlığının dünyaya ve insanlığa yaptığı bu saldırıdan İslâm da, Müslümanlar da nasiplerini aldı, kaçınılmaz olarak ama bir farkla: Batı uygarlığının saldırısı bütün diğer dinlerin hem kurucu kaynaklarını hem de direnç noktalarını yerle bir etti ama İslâm’ın kurucu kaynaklarını ve direnç noktalarını yok edemedi. Bu nokta çok hayatî bir nokta. Yarınki yazıda bu meseleye işleyeceğim… Ama önce Batı uygarlığının modernite ve postmodernite ile geliştirdiği küresel saldırıyı kısaca gözden geçirmemizde fayda var.

TEKNO-PAGAN DÜZENİN İNSANIN DÜNYASI, DÜNYASIZ İNSANI

Modernitenin geliştirdiği kapitalist-seküler meydan okuma, dini dünyadan uzaklaştırdı.

Postmodernitenin kendisini içinde bulduğu cenderedeki meydan okuma ise tekno-paganizm düzeni olarak adlandırdığım bir düzen kurdu; tekno-paganizm düzeni, varlığını ve meşruiyetini kültür endüstrisi üzerinden din dışı kutsallıklar üretmesine borçlu. Sonuçta, dünyevî olan din katına yükseltildi.

Müslümanlar da, bütün diğer dünya medeniyetlerinin çocukları gibi modernitenin ve postmodernitenin bu yıkıcı saldırılarından ziyadesiyle etkilendi.

Modernitenin saldırısı, dünyaya bir saldırıydı: Bütün dünya sömürgeleştirildi, dünyanın tabiî kaynakları talan edildi ve dünya üzerindeki özgün kültürler tarumar edildi.

Postmodernitenin saldırısı insana ve insanın dünyasına bir saldırı şeklinde tezahür etti: Popüler kültür, hız, haz ve ayartı endüstrisi üzerinden seküler, ruhsuz ayinlerle insanı uyuşturdu, esir aldı. Başka türlü söylemek gerekirse… Moderniteyle birlikte dünya, insanın dış dünyası barbar bir saldırıyla karşı karşıya kaldı: Moderniteyle birlikte, dünya insansızlaştırıldı, makinelerin hükümran olduğu bir dünya kuruldu.

Postmoderniteyle birlikte insan hedef tahtasına yatırıldı, iç dünyası yok edildi, fıtratı öldürüldü: Postmoderniteyle birlikte insan dünyasızlaştırıldı, insan araçların ve arzularının kölesi oldu ve bundan da mutluluk duydu!

İnsanı, dünyayı, tabiatı, hayatı ve hakikati anlayacak, anlamlandıracak, bu dünyada insanca yaşanacak bir dünya kuracak büyük sorular sormaktan alıkoyan bir uygarlığın insanlığı getireceği nokta burası, bu çıkmaz sokaktan başkası olamazdı.

Bu çıkmaz sokaktan nasıl çıkılacak ve insanca yaşanacak bir dünya nasıl kurulacak peki? İnsana ne olduğunu hatırlatan tek diri ve diriltici kaynak var: İslâm.

İslâm, insanlığın geleceği. Daha doğrusu şöyle: Dünya, varlığın düzenini koruyan, herkese hayat hakkı tanıyan, hiç kimsenin, hiçbir medeniyetin kökünü kazıma ilkelliği göstermemiş İslâm’ın diriltici soluğuna hiç bu kadar ihtiyaç hissetmemişti.

Evet, dünya İslâm’a gebe ama Müslümanlar nerede?

İnsanlığın geleceği, İslâmî bir gelecek olacak.

Nasıl mı? Yarınki yazıda tartışalım bunu enine boyuna… Vesselâm.”

“Hakikat şu: İnsanın Yaratıcı’yla, tabiatla ilişkisini sağlam kuran, farklı medeniyetlere hayat hakkı tanıyan, yeryüzünde adalet, merhamet ve hukuk medeniyetini inşa eden İslâm’a insanlığın her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğu bir zaman diliminde İslâm, insanlığın geleceği olmaktan uzaklaştırılıyor… Bunun için çok büyük savaş veriliyor, hem küresel sistemin sahipleri hem de “Müslümanlar” tarafından.

İSLÂM’IN ARTAN CÂZİBESİ BATILILARI KORKUTTU!

  1. yüzyılın başında Osmanlı durdurulunca, her şeyin bittiğine hükmetti Batılılar: Önlerindeki engelin kaldırıldığına. Yüzyılın sonuna yaklaşılırken, hiçbir şeyin bitmediği fark edildi; İslâm’ın İslâm dünyasındaki yegâne siyasî, kültürel ve entelektüel güç katına yükseldiği anlaşılınca küresel sistemin lordları, Soğuk Savaş’ın derhal bitirilmesine karar verdiler.
    Sonrası malum: Küresel sistem, İslâm’ı terörle özdeşleştirerek hem İslâm’ın Batı’da ve dünyada artan cazibesini durdurmayı hem de İslâm dünyasındaki Müslüman halkları İslâm’dan uzaklaştırmayı hedefledi.
    İslâm, Batı’da, özellikle de elit, okumuş-yazmış kesimler arasında hızla yayılıyordu. Bendeniz o yıllarda Londra’da yaşadığım için bu ilgiye bizzat tanık oldum.
    İslâm, çok büyük câzibe merkeziydi.
    Buna mukabil Batı’da Hıristiyanlık neredeyse bitmişti. Kiliseler terk edilmiş, önce sinema, tiyatro, sergi salonu filan yapılıyor, sonra da camiye dönüştürülüyordu: Batı’da Hıristiyanlığın cenazesi kaldırılıyordu ama cenaze “musalla taşına” konuyordu ironik bir şekilde! Öte yandan İslâm’ın Müslüman toplumlarda da yeniden dirildiği, Müslüman toplumları yeniden ayağa kaldıracak, tarihe girdirecek güçlü bir medeniyet sıçramasının kültürel, entelektüel ve sosyal kaynağı hâline geldiği gözleniyordu.
    Birinci eğilim, Hıristiyanlığın hayattan çekildiği Batı toplumlarının zamanla hızla Müslümanlaşmasına yol açabileceği korkusunu güçlendiriyordu.
    İkinci eğilimse, Müslümanların tarihten çekilmediği, aksine yeri ve zamanı geldiğinde yeniden toparlanarak ayağa kalkabilecekleri ve tarihî yürüyüşlerini taze bir ruhla ve dinamizmle sürdürebilecekleri gerçeğini gözler önüne seriyordu.
    İki eğilim de tehlikeliydi Batılılar açısından: Birinci eğilim, yani Batı toplumlarının hızla Müslümanlaşması, Batı toplumlarının içeriden çökmesi tehlikesi barındırıyordu.
    İkinci eğilim yani Müslümanların kendi kaderlerini kendi ellerine almaya başlamaları ve taze bir ruhla diriltici bir medeniyet yürüyüşüne soyunmaları, Batılıların dünya üzerindeki hegemonyalarını tehdit etme potansiyeli taşıyordu.

İSLÂM’LA POSTMODERN YÖNTEMLERLE SAVAŞ…

Batılı emperyalistler bu iki eğilimin de küresel sistemi tehdit ettiğine hükmettiler. Başta dönemin NATO Genel Sekreteri Willy Cleas olmak üzere, “İslâm’ın küresel sistemin önündeki en büyük tehdit” olduğunu ilan ettiler açık açık. Sonra da İslâm’ın hem Batı toplumlarındaki hem de Müslüman toplumlardaki yürüyüşünü durdurmak için İslâm’la postmodern savaş yöntemleri geliştirdiler.
Bu postmodern savaş yöntemlerinden biri, Türkiye’deki 28 Şubat postmodern darbesi oldu: Toplumu her tür parçalanmaya karşı dimdik ayakta tutacak ve bütünleştirecek yegâne sığınak, kaynak olan İslâmî kimlik ve duyarlıklar şeytanlaştırıldı, laik kimlik öne çıkarıldı, ülkenin etnik kimlikler üzerinden parçalanmasının önü açıldı! Ülkenin beyin özürlü ya da bir kısmı hain millete darbe yapan NATO uşağı laik generalleri tarafından!”