11.15.2024

Bir sonraki dünya savaşı yakın mı?

Günümüzün bölgesel çatışmaları İkinci Dünya Savaşı’na yol açan gelişmeleri hatırlatıyor.

Ukrayna’da Rusya’nın olası hızlı ve kesin zaferini engellenmesinde büyük rol oynayan ABD, İsrail’in Gazze Savaşı’nın ardından Akdeniz ve Kızıldeniz’de askerî varlığını artırmak zorunda kaldı. Oysa ABD stratejisini Büyük Okyanus ve Hint Okyanusu üzerine kurmuştu. Yeni durum, ABD ve Batı’nın çoklu tehditlere karşı hazır olup olmadığı sorusunu beraberinde getirdi. ABD’nin Johns Hopkins Üniversitesi İleri Uluslararası Çalışmalar Fakültesi profesörlerinden Hal Brands, Foreign Affairs için kaleme aldığı makalede bu soruya yanıt aradı.

Yazıdan öne çıkan bölümleri aktarıyoruz:

“Soğuk Savaş sonrası dönem, 1990’ların başında, küresel barışa dair yükselen vizyonlarla başladı. Otuz yıl sonra ise küresel savaş risklerinin artmasıyla sona eriyor. Bugün Avrupa, nesiller boyunca yaşadığı en yıkıcı askerî çatışmayı yaşıyor. İsrail ve Hamas arasındaki acımasız mücadele Ortadoğu’da şiddet ve istikrarsızlık tohumları ekiyor. Neyse ki Doğu Asya savaşta değil. Ancak Çin’in komşularını zorlaması ve tarihi bir hızla askerî güç biriktirmesi nedeniyle tam olarak barışçıl da değil.

Doğu Avrupa ve Ortadoğu’daki savaşların halihazırda sürdüğü ve revizyonist devletler[1] arasındaki bağların daha da belirginleştiği bir ortamda, Pasifik’in batısında yaşanacak bir çatışmanın, yoğun ve birbiriyle ilişkili bölgesel mücadelelerin uluslararası sistemi alt üst edeceği ve 1945’ten bu yana görülmemiş bir küresel güvenlik krizine yol açacağı korkunç bir senaryo ortaya çıkarması işten bile değil.

Risk altındaki bir dünya, savaş halindeki bir dünyaya dönüşebilir. Dahası ABD, bu meydan okumaya hiç de hazır değil.

Savaş öncesi tekerrür ediyor

İkinci Dünya Savaşı öncesi, faşist güçler, acımasız rejimlerin çökmekte olan demokrasileri geride bıraktığı yeni bir dünya düzeni arayışında temel bir amaç benzerliğini paylaşıyordu. Dünya genelinde istikrarsızlıkları körükleyerek saldırganlık ve yayılmaları için kullandılar. Almanya, İtalya ve Japonya’nın 1940 yılında “yeni bir düzen” yaratmak için Üçlü Pakt’ı kurmasıyla dünya rakip kamplar halinde kutuplaştı.

Bugün, 1930’larda olduğu gibi, uluslararası sistem üç keskin bölgesel meydan okumayla karşı karşıya.

Çin, ABD’yi Batı Pasifik’ten çıkarma ve belki de dünyanın önde gelen gücü olma kampanyasının bir parçası olarak hızla askerî güç biriktiriyor.

Rusya’nın Ukrayna’daki savaşı, Doğu Avrupa ve eski Sovyet coğrafyasında üstünlüğü yeniden ele geçirmek için uzun süredir devam eden çabalarının kanlı bir parçası.

Ortadoğu’da ise İran ve vekilleri (Hamas, Hizbullah, Husiler ve diğerleri) İsrail, Körfez monarşileri ve ABD’ye karşı bölgesel hakimiyet için kanlı bir mücadele yürütüyor.

Revizyonist devletleri (Pekin, Moskova ve Tahran ) birbirine bağlayan temel ortak noktalar otokratik yönetim ve jeopolitik kin, bir başka deyişle kendilerini arzu ettikleri büyüklükten mahrum bırakan ABD liderliğindeki düzeni yıkma arzusudur.

Bu meydan okumalardan ikisi şimdiden kızışmış durumda. Ukrayna’daki savaş aynı zamanda Rusya ile Batı arasında kısır bir vekalet mücadelesidir. Hamas’ın geçtiğimiz Ekim ayında İsrail’e yönelik saldırısı, hayati önem taşıyan bu bölgede şiddetin yayılmasına neden olan yoğun bir çatışmayı tetikledi. Bu arada İran nükleer silahlanma yolunda ilerliyor ki bu da rejimini İsrail ya da ABD’nin vereceği bir tepkiye karşı güvence altına alarak bölgesel revizyonizmini güçlendirebilir. Öte yandan Çin’in Uzakdoğu ve Güney Asya üzerindeki baskısı artıyor.

Batı karşıtı cephe henüz tam anlamıyla bloklaşmadı

1930’larda olduğu gibi revizyonist güçler her zaman aynı görüşte değiller. Rusya ve Çin’in her ikisi de Orta Asya’da üstünlük peşinde. Ayrıca bazen İran’ın çıkarlarıyla kesişecek şekilde Ortadoğu’ya doğru ilerliyorlar. Revizyonistler tıpkı sonunda ortak düşmanları ABD’yi Avrasya’nın dışına iterlerse, Mihver güçlerinin rakiplerini bir şekilde yenmiş olsalardı, kesinlikle birbirlerine saldıracakları gibi, ganimet için kendi aralarında savaşmaya başlayabilirler. Ancak şimdilik revizyonist güçler arasındaki bağlar gelişiyor ve Avrasya’nın bölgesel çatışmaları daha sıkı bir şekilde birbirine bağlanıyor.

Revizyonist güçler sadece kendi işlerini yaparak birbirlerine yardım ediyorlar. Pekin’in sağladığı ekonomik destek, Moskova’yı Kiev ve Batılı destekçileriyle olan çatışmasında ayakta tuttu. Buna karşılık Moskova’nın daha hassas askerî teknoloji ve know-how [ticari sır, teknik bilgi] transfer ettiği görülüyor: İran’a gelişmiş uçaklar satıyor, Kuzey Kore’nin gelişmiş silah programlarına yardım ettiği bildiriliyor, hatta belki de Çin’in yeni nesil saldırı denizaltısını inşa etmesine yardım ediyor. Diğer bölgesel mücadeleler de benzer dinamikleri ortaya koyuyor.

Ortadoğu’da Hamas yıllardır biriktirdiği Çin, Rusya, İran ve Kuzey Kore silahlarıyla İsrail’e karşı savaşıyor. Geçmişte olduğu gibi Avrasya’nın kilit bölgelerindeki gerilimler, ABD’nin kaynaklarını zorluyor ve bu süper gücü aynı anda birden fazla ikilemle karşı karşıya bırakıyor.

Örneğin Çin’in Tayvan’a saldırması ABD ile bir savaşı tetikleyebilir ve dünyanın en güçlü iki ordusunu ve iki nükleer cephaneliğini karşı karşıya getirebilir. Bu durum küresel ticareti, Ukrayna ve Gazze’deki savaşların yol açtığı yerinden oynamaları önemsiz gösterecek şekilde sarsacaktır. ABD demokratik dünyayı Çin saldırganlığına karşı bir araya getirmeye çalışırken küresel siyaseti daha da kutuplaştıracak ve Pekin’i Rusya ve diğer otokratik güçlerle daha sıkı bir kucaklaşmaya itecektir.

Daha da önemlisi, Doğu Asya’daki bir savaş, başka yerlerde devam eden çatışmalarla birleşirse, 1940’lardan bu yana görülmemiş bir durum yaratabilir ve Avrasya’nın üç kilit bölgesi aynı anda büyük ölçekli şiddetle alevlenebilir. Bu, tek ve her şeyi içine alan bir dünya savaşına dönüşmeyebilir. Ancak ABD ve mevcut düzenin diğer savunucuları, yeryüzündeki en önemli stratejik arazilerden bazılarını kapsayan çok sayıda, birbirine bağlı çatışmalarla karşı karşıya kaldıkça savaşa boğulmuş bir dünya yaratacaktır.

Fırtına öncesi sessizlik

ABD aynı anda hem İsrail’i hem de Ukrayna’yı desteklemeye çalışıyor. Washington’un henüz ana muharip olmadığı bu iki savaşın talepleri, ABD’nin ağır silahlar ve füze savunması gibi alanlardaki kabiliyetlerini zorluyor. İran’ı caydırmak ve kritik deniz yollarını açık tutmak amacıyla Ortadoğu çevresindeki sulara yapılan konuşlandırmalar ABD donanmasının kaynaklarını zorluyor. Yemen’deki Husi hedeflerine yönelik saldırılar Tomahawk füzeleri gibi bir ABD-Çin çatışmasında çok değerli olacak varlıkları tüketiyor. Tüm bunlar ABD ordusunun sayısız, birbiriyle ilişkili zorluklarına göre daralan kabiliyetleri gibi daha büyük bir sorunun belirtileridir.

2010’lu yıllar boyunca Pentagon, aynı anda iki haydut devleti yenmeyi amaçlayan bir askerî stratejiden yavaş yavaş uzaklaşarak, bunun yerine tek bir büyük güç olan Çin’i yüksek yoğunluklu bir savaşta yenmeyi amaçlayan tek savaşlı bir stratejiyi tercih etti. Bu bir anlamda böyle bir çatışmanın gerektireceği aşırı taleplere verilen mantıklı bir yanıttı. Ancak aynı zamanda Pentagon’u, birden fazla alanı tehdide karşı yetersiz donanımla baş başa bıraktı.

ABD’nin savunma sanayi eskisi gibi değil

Elbette ABD, 1941’de küresel savaşa hazır değildi, ama sonunda dünyayı sarsan bir askerî ve endüstriyel güç seferberliğiyle galip geldi. Başkan Joe Biden geçen yılın sonlarında ABD’nin yeniden “demokrasinin cephaneliği” olması gerektiğini söyleyerek bu başarıyı hatırlattı. Yönetimi ağır silah mühimmatı, uzun menzilli füzeler ve diğer önemli silahların üretimini arttırmak için yatırım yaptı. Ancak acı gerçek şu ki, İkinci Dünya Savaşı’nı ve ardından Soğuk Savaş’ı kazanan ülkenin savunma sanayi, süregelen yetersiz yatırımlar ve ABD imalatının daha geniş çaplı düşüşü sayesinde artık mevcut değil. Malzeme noksanlığı ve darboğazlar her yere yayılmış durumda. Pentagon kısa süre önce bir kriz anında “üretimi hızla ölçeklendirme” kabiliyetinde “önemli boşluklar” olduğunu kabul etti. Birçok müttefikin savunma sanayileri daha da zayıftır.

Dolayısıyla ABD çok alanlı bir savaş için seferber olmakta, hatta tek bir bölgede uzun süreli bir çatışma için seferber olurken diğer bölgelerde müttefiklerinin tedarikini sağlamakta büyük güçlük çekecektir. Büyük güçlerin çatışması için gereken büyük miktarda mühimmatı üretmekte ya da savaşta kaybedilen gemileri, uçakları ve denizaltıları yenilemekte zorlanabilir. Büyük Okyanus’un batısında olası bir savaşta en güçlü rakibine ayak uydurmakta zorlanacağı kesin. Nitekim bir Pentagon raporunun da belirttiği üzere Çin şu anda “gemi yapımından kritik minerallere ve mikroelektroniğe kadar pek çok alanda küresel endüstriyel güç merkezi” konumunda ve bu da ABD ile gireceği bir mücadelede kendisine önemli bir seferberlik avantajı sağlayabilir. Eğer savaş Avrasya’nın birçok bölgesini sararsa, Washington ve müttefikleri kazanamayabilir.

“Tek odaklı stratejisi ABD’nin intiharı olur”

Bu sorunlara açık ve yakın vadeli bir çözüm varmış gibi davranmanın faydası yok. Bazı analistlerin savunduğu gibi ABD’nin askerî gücünü ve stratejik ilgisini büyük ölçüde Asya’ya odaklamak, her koşulda ABD’nin küresel liderliğine zarar verecektir. Ortadoğu ve Avrupa’nın halihazırda böylesine derin çalkantılar içinde olduğu bir dönemde bu, süper gücün intiharı anlamına gelebilir. Ancak küresel riski azaltmak için askerî harcamaları dramatik bir şekilde arttırmak stratejik açıdan gerekli olsa da en azından ABD daha sarsıcı bir jeopolitik şok yaşayana kadar siyasi açıdan uygun görünmüyor. Her halükârda, savunma harcamalarındaki büyük artışların bile somut bir askerî etki yaratması için Washington ve dostlarının sahip olamayacağı bir süreye ihtiyaç duyulacaktır.

Biden yönetiminin yaklaşımı Ukrayna ve Ortadoğu’da ayak sürüyerek ilerlemek, askerî harcamalarda sadece marjinal, seçici artışlar yapmak ve Çin’in daha kavgacı olmayacağına dair bahse girmek gibi görünüyor ki bu politika yeterince işe yarayabileceği gibi yıkıcı bir şekilde başarısız da olabilir.

Uluslararası ortam son yıllarda dramatik bir şekilde karanlığa gömüldü. Biden yönetimi Rusya ile 2021’de “istikrarlı ve öngörülebilir” bir ilişki öngörüyordu; ta ki bu ülke 2022’de Ukrayna’yı işgal edene kadar… 2023’te ABD’li yetkililer Ortadoğu’nun bu yüzyılda hiç olmadığı kadar huzurlu olduğunu düşünüyordu; ta ki yıkıcı ve bölgesel istikrarı bozucu bir çatışma patlak verene kadar… ABD-Çin gerginliği şu anda çok hararetli değil, ancak kızışan rekabet ve değişen askerî denge tehlikeli bir karışım oluşturuyor. Büyük felaketler genellikle gerçekleşene kadar imkânsız gibi görünür. Stratejik ortam kötüleştikçe, küresel çatışmanın ne kadar mümkün olduğunu anlamanın zamanı geldi.”