Türkiye’den yurt dışına doğru gelişen göç hareketliliği son zamanlarda gündemde. Bu tartışmalarda Türkiye, “gidemeyenlerin ülkesi” olarak sıkça konu ediliyor. “Gidemeyenlerin Ülkesi” ifadesi, aslında Gülay Göktürk’ün 2001 yılında yayımlanan ve o dönem yazdığı köşe yazılarının derlemesi olan kitabın adı. Göktürk’ün kitaba da adını veren 6 Mayıs 1999 tarihli yazısı, Türkiye’de 28 Şubat sürecinde başörtüsüyle üniversiteye gidemeyen kadınların yaşadıklarına odaklanıyordu. “Gidemeyenler”, başörtüsü yasakları karşısında çözüm olarak eğitimine yurtdışında devam edebilen az sayıdaki kadının aksine geride kalanlardı. Bu tanım, Göktürk’e ulaşan kadınların aktardığı, yaşadıkları ülkeye dair hissettikleri hayal kırıklıklarını ifade ediyordu.
“Hepsi de kötü kaderlerine kahretmişler. Başlarını alıp çekip gitmek istiyorlar. Başka bir ülkede göçmen olmayı, kendi ülkelerinde zenci sayılmaktan daha kolay hazmedebileceklerini düşünüyorlar belki… Böyle aşağılanarak yaşamaktan, bu kadar hiçe sayılmaktan, her dakika ‘burunları sürtülerek’ hizaya sokulmaktan kurtulmaktan başka bir şey düşünemiyorlar” (2001: 40).
Aradan geçen 20 yıldan sonra Türkiye, bir siyasinin ağzından işte böylece “gidemeyenlerin ülkesi” olarak anılıyordu. Özellikle 2013 yılındaki Gezi Parkı Protestoları sonrasında başlayan ve günümüze kadar büyüyerek süren bir “yeni dalga” (new wave) göç sürecinden konuşuyoruz uzun süredir. Kendisi de artık yurt dışında yaşayan Ezgi Başaran, Washington Post için kaleme aldığı bir yazıda “secular exodus” (seküler kaçış) olarak işaret etmişti bu yeni göç dalgasına. Peki, Türkiye’den yurt dışına doğru gerçekleşen hareketlilik gerçekten de “beyin göçü” mü?
Millî Bir Kayıp: Yüksek Niteliklilerin Göçü
Göç, modern tarihin her aşamasında karşımıza çıkan ve her örnekte buruk bir duyguyla yaşanmış/anılmış bir olgu. 60’ıncı yılını geride bıraktığımız Türkiye’den Avrupa’ya yaşanan emek göçüne dair bu duygu geçen yıl düzenlenen etkinliklerde çokça hissedildi. Göçün erken yıllarından itibaren bu deneyim üzerine yazılan kitapların başlıkları güçlü bir biçimde betimler bu buruk duygu coğrafyasını. Söz gelimi, “Ekmek Göçü” (Rahim Balcıoğlu – 1972), “Sahipsizler” (Bekir Yıldız – 1975), “Geride Kalanlar” (Gülten Dayıoğlu – 1975), “İş Sürgünleri” (Güney Dal – 1976), “Alman Ekmeği” (Bekir Yıldız – 1981), “Gurbet Kapısı” (Ahmet Bilal – 1984)… Kendisi de göçmen olan Balcıoğlu, “Batı’da batırılanlarımızın, ekmeğe satılanlarımızın hikâyesi” olarak okur bu tarihi.
Başlıklardaki “ekmek” vurgusunun önemli olduğunu düşünmüşümdür hep. Geride kalan 20 yılda tanıştığım göçmenlerden sıkça duyardım, “geçimimiz dardı” ifadesini. Başka bir imkânları olsa bu seyahate çıkmayı tercih etmeyeceklerdi. Nitekim Ahmet Aker’in 1972 yılında bölgesel dağılımı gözeterek, İş ve İşçi Bulma Kurumu’na yurtdışına gitmek üzere başvuru yapmış 590 kişiyle yaptığı araştırmada; “geçim sıkıntısı”, “para biriktirmek” ve “iş kıtlığı” gibi ifadelerle açıklanmış neden gitmek istendiği. Fakat iş gücü göçü, göç tarihimiz açısından tek model değildir. Küresel konumu açısından, benzeri çeper ülkelerde olduğu gibi, Türkiye için “beyin göçü” de her zaman bir vakıa olmuştur. Göç-veren ülkeler açısından emek fazlalığına ve dolayısıyla işsizliğe bir çözüm olarak görülen iş gücü göçünün aksine yüksek eğitim ve dolayısıyla mesleki niteliklere sahip kişilerin göçü, millî bir kayıp olarak görülür.
Söz gelimi, diplomat Sacit Somel’in 1950’lerde görev yaptığı ABD’den aktardığı bir izlenim meselenin tarihselliğine işaret ediyor:
“New York Başkonsolosluğunda bizi en ziyade müteessir eden şeylerden birisi Amerikalıların uyguladıkları beyin göçü politikası idi. Türk Hükümeti hesabına Amerika’da kimya, fizik gibi bilimsel alanlarda eğitimlerini tamamlayan Türk öğrencilerinde en parlakları, eğitimleri biter bitmez cazip tekliflerle Amerika’da kalmaya ikna edilip Amerikan vatandaşlığına alınmakta idi… Eğitimleri Türk Hükümetinin hazinesine milyonlarca, hatta milyarlarca liraya mal olan bu öğrenciler hakkında Milli Eğitim Bakanlığımızın feryat ve figanları ile Başkonsolosluklarımızın girişimleri hiçbir sonuç vermemekteydi.” (1989: 24-25).
Sonrasında, 1973 yılında yayımlanan Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda, beyin göçü artık bir devlet meselesine dönüşmüştür:
“Yetersiz ve dengesiz çalıştırma, ücret, sosyal statü, bilim ve teknoloji politika uygulamalarının olumsuz etkisi sonucu, yüksek masrafla yetiştirilen insan gücü yurt dışında çalışma olanakları aramakta ve ‘beyin göçü’ sorunu giderek önem kazanmaktadır. Yıllardır süren bu göç sonunda, bugünkü nitelikli insan gücü mevcudun yaklaşık olarak onda birinin yurt dışında bulunduğu tahmin edilmektedir” (1973: 699).
Göç Hareketliliğinin Arkasındaki Çeşitli Nedenler
Berrak Kurtuluş’un 1989 yılında gerçekleştirdiği “Amerika Birleşik Devletleri’ne Türk Beyin Göçü” araştırması kısıtlı şartlarda da olsa bu alanda yapılmış ilk araştırmalar arasındadır. Kurtuluş’un ulaşabildiği kişilerin büyük çoğunluğu ABD’deki eğitimlerine devlet bursuyla devam edenlerdir. Bu kişilerden bazıları geriye dönmek konusunda olumlu bir yaklaşım sergilemiş olsa da “mecburi hizmet” gibi bir bağlayıcılığı olmayanların ifade ettiği “Türkiye’de bilimsel çalışma imkânlarının yetersizliği” konusu beyin göçünü tartışmak açısından önemli bir ipucu veriyor. Bir yanda Türkiye gibi çeper ülkelerde yetişen insan kaynağının kendi ülkesi içinde istihdam edilmesi önündeki sorunlar, mevcut istihdam olanaklarının ücret ve mesleki imkânlar gibi yapısal kısıtlılıkları ya da iktisadi ve siyasi çalkantılar söz konusudur. Diğer yanda ise ABD gibi merkezî konumdaki ülkelerde çeşitlenerek büyüyen insan kaynağı ihtiyacı ve bu ihtiyacı kendi öz kaynaklarıyla karşılayacak zamanın olmaması bu göç modelini destekleyen temel neden olarak görülebilir. Küresel ölçekteki bölgesel eşitsizliklerin ötesinde, benzeri niteliklere sahip herkesin de göç etmiyor ya da etmeye çalışmıyor olması bu hareketliliğin arkasında kişisel, ailevi, kültürel ve siyasi başka nedenlerin de olduğunu tartışmayı gerektiriyor.
TÜİK’in göç alanında açıkladığı verilerdeki kimi belirsizlikler nedeniyle olgulara dayanarak konuşmak güç olsa da Türkiye’den yurtdışına son yıllarda yoğunlaşan yeni bir göç dalgası olduğunu biliyoruz. Göç edenler bir yana memlekete karşı duyulan buruk bir duygunun göç etmek isteğiyle karşılık bulduğunu görebiliyoruz. Söz gelimi, 2021 yılı mart ayında yaşanan bir hadise sonrasında sosyal medyaya düşen “gideceğim” ifadelerinin izini sürmüş ve birkaç saat içinde şöyle bir tabloya ulaşmıştım:
Sosyal medyada kolayca büyüyebilen bu gibi duygu dalgalarına karşın belirli meslek alanlarında bu yeni göçü doğrulayan başka verilere de sahibiz. Söz gelimi, Türkiye’de başka bir milletvekili çalışmak için yurt dışına göç eden doktorların sayısındaki artışı hemen bu yılın başında meclis gündemine taşımıştı. Türk Tabipleri Birliğinin yılın sonuna doğru açıkladığı verilere göre ise yurt dışında çalışmak için gerekli belge başvurularının sayısı son on yılda yüzde 4300 artmıştı.
Milliyetçi Hekimler Derneğinin 2022 yılında, farklı mesleki tecrübe ve unvan gruplarından toplam 1446 (475 kadın 971 erkek) hekim ve 23 ilden 29 farklı tıp fakültesinden 2032 öğrenciyle gerçekleştirdiği araştırma ise bu konuda önemli bir çalışma olarak masamızda duruyor. Bu araştırmanın sonuçlarına göre hekimlerin yüzde 80 civarında çok büyük bir kısmı Türkiye’de mesleklerini yapıyor olmaktan memnun olmadığı gibi, yüzde 72’si yurt dışında çalışmayı düşündüğünü ve yarısı ise bu yönde somut bir çaba içinde olduğunu belirtmiş. Araştırmaya katılan öğrencilerde ise yurt dışında çalışma düşüncesi yüzde 84’e kadar çıkıyor. Nedenlerine baktığımızda ise ekonomik olanların “gelecek kaygısı”, “sağlıkta şiddet” ve “yönetimsel sorunlar” gibi mesleği uygulamakla ilgili sorunların ardından ancak dördüncü sırada yer aldığını görüyoruz.
Göç Nedenleri Yalnızca Ekonomik Değil
Bu konuda öne çıkan bir diğer meslek grubu ise savunma sanayinde çalışan mühendisler. Söz gelimi, Türkiye’de bir milletvekili beyin göçüne ilişkin 2019 yılında bir araştırma önergesi vermişti. ASELSAN Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Haluk Görgün ise sektörde bir yıl öncesinde istifa eden ve birçoğu yurtdışındaki şirketlerde çalışmaya başlayan mühendis sayısını, “birkaç yüz mertebesinde” olarak açıklamıştı. Bu durumdan ilgili devlet kurumları da haberdardı. Örneğin, Savunma Sanayii Başkanlığı 2018 yılında, “Nitelikli İşgücü Kaybının Önlenmesi Anketi” başlıklı bir anket araştırması yapmıştı. Yurtdışına gitmek üzere ASELSAN, HAVELSAN ve ROKETSAN gibi kurumlardan ayrılan 272 kişiye ulaşılmış ve ancak 80 kadarı yöneltilen soruları cevaplamıştı. Bu araştırmaya göre giden her 10 kişiden sekizi dönmeyi düşünüyorken Türkiye’ye dönmek için sıraladıkları beklentiler aslında gidiş nedenlerini de anlamamızı sağlıyordu: “Ülkedeki politik durumun normalleşmesi ve AB’ye girme hedefine odaklanılarak ülkemizde de aynı sosyal hakların sağlanması”, “insanları politik düşüncelerine, yaşam tarzına, inancına ve düşüncesine göre ayırmadan sadece hedefe odaklanılması” ve “çocuklar için evrensel düzeyde bir eğitim sisteminin olması”. Görüşmecilerden birinin; Türkiye’de sahip olduğu mesleki niteliklerin getirdiği gelir avantajına rağmen, orta-sınıf kökenden gelen kendisine sağlanan eğitim olanaklarını çocuğuna veremeyeceği için göç etmeye karar verdiğini söylemesi kuşkusuz durumun sadece ekonomiyle ilgili olmadığına işaret ediyor.
Beyin göçü kuşkusuz küresel bir olgu. Fakat birçok başka küresel olgu gibi bu meselenin de Türkiye’de kendine özgü bir karakteristik kazandığını düşünüyorum. Gözde Kazaz ve İlksen Mavituna’nın “Bu Ülkeden Gitmek” (2018) kitabı için görüştükleri 27 kişinin ağzından dökülen “memleketsizleştirilmek”, “şehirden silkelenmek”, “sıkışmak” ve “tıkanmak” gibi ifadeleri bu durumu betimleyen anahtar kelimeler olarak okumak mümkün. Ben yaşadığımızın daha çok bir “duygu göçü” olduğu düşünüyorum. İnsanlar, içinde yaşadıkları memlekete seslerini duyuramadıklarında “çıkmak” dışında başka bir çözüm düşünemedikleri için gidiyorlar. Göçenler nitelikli oldukları için değil, bu ülkeden çıkabildikleri için göçüyor. Onların ardında ise benzeri bir imkâna erişemedikleri için geride kalmak zorunda olanlar kalıyor.
Besim Can Zırh/Perspektif