11.14.2024

Yeni ve Eski Alman İslam Konferansına Dair Bir Değerlendirme

Alman İslam Konferansında beşinci safha başladı. Geçmişe kıyasla Müslüman cemaatin ihtiyaçları da beklentileri de yüksek. Yeni hükûmetin bu ihtiyaçlara ne kadar kulak vereceğini ise zaman gösterecek.

Son iki yıldır Alman İslam Konferansında (DIK) bir sessizlik hâkimdi. Alman İslam Konferansının dördüncü safhası dönemin İçişleri Bakanı Horst Seehofer döneminde ne kadar ses getirdiyse o kadar sessiz bir şekilde sona ermişti. Yeni Federal İçişleri Bakanı Nancy Faeser’in göreve başlamasından bu yana devlet ve Müslüman temsilciler arasında 16 yıldır süren diyalog formatının nasıl şekilleneceği merak konusuydu. Bu haklı bir meraktı zira Feaser göreve başlar başlamaz seleflerinden farklı bir yaklaşım seçeceğini açıkça belirtti. Kısıtlayıcı iltica politikasıyla tanınan Seehofer’e kıyasla Feaser mültecilerin ihtiyaçları konusunda daha açık bir tutum sergiliyordu ve aynı tutum aşırı sağcılıkla mücadele konusunda da geçerliydi. Faeser aşırı sağcılığın Almanya için en büyük tehlikeyi oluşturduğunu ifade ederek kendi önceliklerini uygulamak konusunda daha istekli ve kararlı olduğunu gösterdi. Vatandaşlık Yasasının daha da geliştirilmesini savunarak yeni ivmenin son örneğini sergiledi.

DIK ve Yaygın Düşman İmajının Düzelmesi
Bakan Faeser’in aralık ayının başında Alman İslam Konferansının beşinci turdaki açılış etkinliğinde yapacağı konuşma merakla bekleniyordu. Dördüncü Alman İslam Konferansının açılış etkinliğinde eski Bakan Seehofer’in konuşmasına aşina olan herkes, Faeser’in konuşmasındaki farklılıkları görebilirdi: 2018 yılında camilere ve Müslümanlara yönelik saldırılar tavan yapmasına rağmen Seehofer İslam düşmanlığından bahsetme gereği duymamışken, Faeser bu konuyu konuşmasının hemen başında ele aldı. Faeser İslam düşmanlığı ile mücadele için hâlihazırda başlatılan süreçleri sürdüreceğini ve bunları Demokrasi Teşvik Yasası ve aşırı sağcılığa karşı eylem planı gibi ek önlemlerle destekleyeceğini açıkladı. Bunun yanı sıra Feaser, Seehofer döneminde Halle ve Hanau’daki saldırılara tepki olarak kurulan “Müslüman Karşıtlığına Karşı Bağımsız Uzmanlar Konseyi”nden de bahsetti. Bu konuya ilişkin olarak konseyin önerilerinin beklendiği ve bu çalışmanın “geniş bir kitlesel yankı” bulması için çalışılacağı belirtildi.

Bakan, Müslüman karşıtı ırkçılıkla mücadelede daha kararlı bir izlenim bıraksa da Müslümanlar bu tarz vaatlere alışkın. Müslümanlara ve kurumlarına yönelik saldırıların sayısı azalsa da bunlar hâlâ çok yüksek seviyelerde. Araştırmalar Müslümanlara ve Müslüman yaşamına yönelik reddedici tutumun hâlâ sürdüğünü gösteriyor. Bu da örneğin Köln’deki ezan düzenlemesi tartışmalarında yaşadığımız gibi gündemin hemen değişebileceği ve şu anda ön planda olmayan düşman imajının hızla tekrar devreye girebileceği anlamına geliyor. Bu noktada Alman İslam Konferansının kuruluşundan bu yana bu yaygın düşman imajının düzelmesine katkı sağlamadığını da belirtmek gerek.

İş Birliği Eksikliğinin Sorumluluğu Müslümanlara Yükleniyor
Faeser’in konuşmasında önceki İçişleri Bakanından farklılık gösteren çok fazla husus yok. Alman İslam Konferansına aşina olanlar beşinci safhanın Seehofer veya eski müsteşar Dr. Markus Kerber’in dördüncü safhada değindiği hususların bir devamı olduğunu hemen fark edecektir.

Elbette her departman sorumlusu Alman İslam Konferansına kendi damgasını vurmaya çalışır. Ve bu girişim Faeser’de de görülmektedir. Yerel yönetimlerle Müslüman cemaatler arasında diyalog kurulmasını sağlamak ve iş birliğini güçlendirmek çabası buna bir örnektir. Ya da Müslüman cemiyetlerin çalışmalarını yerelde daha görünür hâle getirmek için onları desteklemek de buna bir örnektir.

Bununla birlikte Federal İçişleri Bakanlığı tarafından yaptırılan daha önceki araştırmalar bunu yıllar önce zaten göstermiştir: Henüz 2011 yılında Türkiye Araştırmaları Merkezi tarafından yürütülen “Almanya’da İslami cemiyet hayatı” isimli araştırma, “Alman toplumuyla dikkat çekici derecede yüksek bir kaynaşma” olduğunu ve “cami cemiyetlerinin, ev sahibi toplumla çeşitli ağlarının bulunduğunun varsayılabileceğini” doğrulamıştır. Dolayısıyla 2011 yılında bile Almanya’da “organize olmuş İslam’ın” izole olduğundan bahsetmek pek mümkün değildir.

Yerel yönetim temsilcileri genellikle cami cemiyetleriyle sade ve açık bir ilişki sürdürüyorlar. Taraflar birbirlerini tanıyor, birbirlerine güveniyor ve birbirlerini ziyaret ediyorlar. Bu anlamda Müslümanlarla yerel yönetimler arasındaki diyalog çoğu zaman siyasi gerginliklerden uzak gerçekleşiyor. Bununla birlikte cami cemiyetlerinin sunduğu hizmetler hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyenler yukarıda bahsedilen araştırmaya veya 2015 tarihli “Alman İslam Konferansında Temsil Edilen Çatı Örgütlerinin ve Üye Cemiyetlerinin Sosyal Çalışmaları” adlı çalışmaya başvurabilir. Bu çalışma da o tarihte Alman İslam Konferansının görevlendirmesiyle yürütülmüştür.

Almanya’da yaşayan Müslümanların yaşamı üzerine gerçekleştirilen sayısız araştırmaya, ülke çapındaki yerel yuvarlak masa toplantılarına, eyalet ve federal düzeydeki diyalog formatlarına baktığımızda şunu görüyoruz: Yerelde Müslüman cemiyetlerle daha geniş çaplı iş birliklerinin yapılmıyor olması, camilerin kurumsal iletişim çalışmalarındaki eksikliğinden kaynaklanmamaktadır. Bu düşünce sadece yanlış olmakla kalmamakta, aynı zamanda Almanya’da Müslüman yaşam için iş birliği eksikliğinin sorumluluğunu da tamamen Müslümanlara yüklemektedir. Benzer bir şekilde Federal İçişleri Bakanlığının gelecekte Müslüman kadınlara ve gençlere yönelik adımlar atacağı yönündeki taahhüdü için de aynı durum geçerlidir. Bunu hâlihazırda zaten yapan girişimler mevcuttur. Bu açıdan bakıldığında bu yaklaşım da esas itibarı ile yeni bir adım olmayacaktır.

Müslüman Cemaatte Yaşlı Bakımı ve İslami Defin İhtiyacı

Görünüşe göre Alman İslam Konferansının yeni fikirleri tükenmekte veya Almanya’daki Müslüman yaşamı için önemli yeni yaklaşımlar getirilememektedir. İmam eğitimi gibi siyasi ilginin radarında olan alanlarda ilerlemeye odaklanılmış gibi görünse de bu çaba birçok Müslüman’ın günlük hayatta büyük zorluklarla karşı karşıya kaldığı alanlarda gösterilmiyor.

Zorluklarla karşılaşılan alanların en önemlilerinden biri de Müslüman ailelerde artan bakım ihtiyacıdır. 1960’lı ve 1970’li yıllarda işçi göçü kapsamında Almanya’ya gelen ilk neslin çoğu şimdi 70 yaşın üzerinde. Yaşlılıkları ve buna bağlı hastalıkları nedeniyle kendi bakımlarını kendileri yapamayacak durumdalar ve bakıma ihtiyaçları var. Birçok Müslüman yaşlı bakım evinde kalmayı reddettiği için kızlarının, oğullarının ve torunlarının yanında bakılıyor. Bu durum evde her zaman birisinin bulunması anlamına geliyor. Ancak birçok Müslüman aile, aileden sadece bir kişinin çalışması ile maddi olarak yaşamını sürdürmekte zorlanıyor. Bu durum onları büyük zorluklarla karşı karşıya bırakıyor. Bu yaygın sorun neredeyse hiç dikkate alınmıyor.

Kaç ailenin böyle bir durumda olduğu, günlük bakımla nasıl başa çıktıkları, acilen karşılanması gereken ihtiyaçlarının neler olduğu ele alınmalı. Bu ailelere yardım etmek için işgücü piyasası ve sağlık politikalarının devreye sokulması gerek. Böylece akut bakım eksikliğine yönelik çözüm fikirleri geliştirilebilir.

Ele alınması gereken diğer bir konu da giderek daha fazla Müslüman’ın Almanya’da defnedilme eğiliminde olduğu göz önüne alındığında, mezarlıklardaki mevcut alanların gerçekten yeterli olup olmadığıdır. Hemen hemen her hafta cami cemiyetleri çatı kuruluşlarıyla iletişime geçerek bu ihtiyacı dile getiriyor. Zira şimdiye kadar ebeveynlerin veya büyükanne ve büyükbabaların nesli genellikle kendi ülkelerinde defnedilirdi. Bununla birlikte ikinci veya üçüncü kuşak Müslümanlardan kendilerine nereye defnedilmek istedikleri sorusunu yöneltenlerin sayısı giderek artıyor. Ailedeki genç üyelerinden birinin vefat etmesi durumunda nereye defnedileceği sorusunun yanıtı açıktır: İnsanlar çocuklarının kendilerini ziyaret edebilecekleri veya vefat eden yakınlarını ziyaret edebilecekleri bir yere defnedilmek istiyorlar. Dolayısıyla Müslüman mezarlıklarına duyulan ihtiyacın gelecekte daha da hızlı bir şekilde artacağı tahmin ediliyor.

Federal İçişleri Bakanı konuşmasında orduda manevi rehberlik ve cezaevi manevi destek hizmetleri ile kuşkusuz önemli alanlara değindi. Ve evet, bu konular da gündeme alınmalı. Ancak burada da ruhani desteğin önemli bir alanından söz edilmemiştir. O da hastanelerde sunulan manevi destek hizmetidir. Hastaneler pandemi koşulları nedeniyle hastaların aile ve yakınlarıyla görüşme haklarını kısıtlamaya devam ediyor. Genelde hastalar günde yalnızca bir kişi ve en fazla bir saat süreyle olmak üzere ziyaretçi kabul edebiliyorlar. Geri kalan zamanlarda ise tamamen yalnızlar. Bu özellikle aile üyeleri tarafından bakılmaya alışkın yaşlı Müslüman hastalar için oldukça zor bir durumdur. Hastalığa ek olarak bu yalnızlık hastalar için yük teşkil etmektedir. Bu noktada hastanelerde sunulan manevi destek faydalı olabilir. Ancak bu hizmet çok nadir sunulmakta, sunulduğu yerlerde kiliselerin yerleşik hastane manevi destek hizmetlerine kıyasla çok daha mütevazı bir kapsamda kalmaktadır. Ordu ve cezaevinde manevi rehberlik hizmetlerine kıyasla hastanelerde çok daha büyük bir ihtiyaç söz konusudur.

Devletin Tarafsızlığını Koruyabileceği İnancı

Anayasal Din Hukuku anlamında da acil bir eylem ihtiyacı mevcuttur. İslam dinî cemaatlerinin Anayasa bağlamında dinî cemaat olarak tespitine ilişkin prosedürler durma noktasına gelmiştir. Bu eksik tespit, İslam dinî cemaatlerine ülke çapında eşit muamele edilmemesinin de temelini oluşturmaktadır.

İslam din derslerine anayasal katılım, üniversitelerde İslam ilahiyatları için inanca dayalı danışma kurullarına katılım, devlet kurumlarında manevi destek hizmeti ve devletle İslami cemaatler arasındaki devlet anlaşmaları konusunda bu eşitsizlik geçerlidir. Hâlihazırda imzalanmış olan devlet anlaşmaları en iyi ihtimalle Müslüman tarafa tek taraflı olarak görevler yükleyen entegrasyon önlemleri paketleri statüsüne sahiptir. Pandemi kapanma döneminde Almanya Müslümanlar Koordinasyon Konseyinin (KRM) emekli olmak üzere olan bir kamu yayıncısının yüksek maaşlı yöneticisine yönelttiği, özellikle Müslüman izleyiciler için yayın saati talebi, söz konusu yönetmen tarafından “İslami cemaatler ile devlet arasında herhangi bir sözleşme temeli olmadığına” işaret edilerek reddedilmiştir.

Çeşitlilik dolu bir toplumun dikkate alınmasını sağlayacak bir devlet ve kurumsal tarafsızlık anlayışı üzerinde konuşulmasına ihtiyacımız var: Devletin tarafsızlığını sağlamaya devam eden ve belirli dinî inançlara sahip insanların, inançları gözle görülür olsa bile devletin tarafsızlığını koruyabileceğini ve sürdürebileceğini reddetmeyen bir tarafsızlık anlayışı. Başörtüsü takan avukatların, tezgâhtarların, öğretmenlerin, anaokulu öğretmenlerinin, otobüs şoförlerinin ve yöneticilerin din anlayışlarının mesleklerini icra etmeleri konusunda farklılık oluşturacağını varsaymayan bir tarafsızlık anlayışı.

Gerçekleştirilmesi gereken eylemlerin listesi uzun. Bunlardan en azından bir kısmının mevcut yasama organında ele alınması ve İçişleri Bakanı’nın konuşmasında söz verdiği gibi “ölçülebilir sonuçlara” ulaşılması umutlarımız arasında. Kurulduğu 2006 yılından bu yana dile getirilen eleştirilere ve inişli çıkışlı süreçlerine rağmen, Alman İslam Konferansının aktörlerin birbirini tanıması ve karşılıklı olarak birbirlerini anlaması noktasındaki katkıları inkâr edilmemeli. Özellikle sosyal hizmet konusu ile geçmişte çok önemli bir konu gündeme getirilmiştir. Alman İslam Konferansı sayesinde devlet ve İslami cemaatler birbirlerine yaklaşmayı ve zor meseleleri karşılıklı saygıyla çözmeyi öğrenmişlerdir. Bunun için sorumluları takdir etmek gerekmektedir. Fransa ve Avusturya’daki İslami cemaatlerin uygun olmayan muameleye maruz kalmasına sebep olan koşullar, Almanya’da devlet ile İslami kuruluşlar arasında iş birliği içinde çalışabilen ve dayanıklı bir bağın geliştiğini açıkça ortaya koymaktadır.

Bununla birlikte Müslümanların hayatında gündem oluşturan önemli meseleler söz konusu olduğunda Alman İslam Konferansının sınırları zorlanmaktadır. Bu meseleler çok göz önünde değildir, olumlu anlamda siyasi ilgiyi pek çekmezler ve bu nedenle bu meselelere eyleme geçmek için gerekli ağırlık verilmez. Ayrıca Bakan’ın bir konuşmasında “İslamcılık” kelimesinin yer alıp almayacağına yönelik sürekli beklentiler veya Federal İçişleri Bakanlığının davet uygulamasının özel sansürü, Alman İslam Konferansını sürekli kendini savunma konumuna sokmakta ve bu sebeple önemli konular veya aktörler dikkate alınamamaktadır.

Bu anlamda İslam dinî cemaatleri de dâhil olmak üzere Müslümanlardan, Almanya’daki Müslümanlar için önemli olan konuları diğer Müslüman çatı kuruluşları, bilim insanları ve politikacılar ile diyalog hâlinde tartışmaları, tematik tercihleri ​​toplamaları, ardından bunları bir araya getirmeleri, ifade etmeleri ve daha sonra siyasilerle görüşmeleri beklenmektedir. KRM burada önemli bir rol oynayabilir ve bu fikirlerin üretilebileceği, toplanabileceği ve yapılandırılabileceği formatlar geliştirebilir. Dinî bir cemaatin üyesi olsun ya da olmasın pek çok Müslüman, kendi belirlediği toplumsal meselelerde menfaatlerinin korunduğundan emin olmak için KRM’nin bu menfaatleri ifade edebilmesini beklemektedir. Bu Alman İslam Konferansına karşı veya ona alternatif bir tutum olarak değil, Müslümanların ihtiyaçlarının toplanması ve ifade edilmesi yönünde bir gayret olarak görülmelidir.